Sayfa Sayısı : 168
Ebat : 13.7x21.5
Kağıt/İç Baskı : III Hm Enzo 55 gr
Cilt/Kapak : Amerikan Bristol 230 gr
Kapak Tasarımı : Rüveyda Kul
“Otuza yaklaşmaktayım… Bugüne kadar ne yaptığımı düşündüm. Bir sıfırdan başka netice alamadım. Hayatta hiçbir şey yapmış olmamak gibi korkunç ve utandırıcı bir şey var mı? Son zamanlara kadar ‘Fena bir şey yapmıyorum ya!’ der ve kendimi temize çıkarmaya çalışırdım.
Fakat hadiseler gösterdi ki, fena olmayışım tesadüf eseriymiş, fırsat düşmemiş, zaruret olmamış.
Nitekim hayatın ilk çelmesinde yuvarlanıverdim. İyilik demek kimseye kötülüğü dokunmamak değil, kötülük yapacak cevheri içinde taşımamak demektir.
Bende bu fena cevher fazla miktarda mevcutmuş. Belki herkeste var… Fakat insan olan onu söküp atmasını, yahut boğmasını biliyor… Dokunmadan bırakmak, bir gün başını kaldırmasına meydan vermek olur…”
Sayfa Sayısı : 328
Ebat : 13.5x19.5
Kağıt/İç Baskı III Hm Enzo 55gr
“Kafasından hatıralar birbirini kovalayarak
geçmekte idi. Bütün hayatında kendine göre bir iş bile yaptığını hatırlamıyor, bu ömrü başka birinin yaşadığını sanıyordu. Çocukluğu, delikanlılığı, etrafıyla olan münasebetleri hep yabancı bir dünya ile yapılan temaslara benziyordu.
Şimdi o, kendine bu kadar uzak bulduğu bu dünyada, ne kadar müthiş azaplar çekiyordu! Bunlara ne lüzum vardı? Neden böyle korkunç çemberler onu sımsıkı bağlıyor, neden ona yavaş yavaş, sindire sindire en öldürücü işkenceler yapılıyordu? Ne için, kim için?”
Sayfa Sayısı : 312
Cilt Kapak : Amerikan Bristol 230 gr
"Hayatta yalnız kalmanın esas olduğunu hâlâ kabul edemiyor musunuz? Bütün yakınlaşmalar, bütün birleşmeler yalancıdır. İnsanlar ancak muayyen bir hadde kadar birbirlerine sokulabilirler, üst tarafını uydururlar ve günün birinde hatalarını anlayınca, yeislerinden her şeyi bırakıp kaçarlar. Halbuki mümkün olanla kanaat etseler, hayallerindekini hakikat zannetmekten vazgeçseler, bu böyle olmaz. Herkes tabii olanı kabul eder, ortada ne hayal sukutu, ne inkisar kalır...
Dünyada bir tek insana inanmıştım. O kadar çok inanmıştım ki, bunda aldanmış olmak, bende artık inanmak kudreti bırakmamıştı. Ona kızgın değildim. Ona kızmama, darılmama, onun aleyhinde düşünmeme imkân olmadığını hissediyordum. Hayatta en güvendiğim insana karşı duyduğum bu kırgınlık, adeta bütün insanlara dağılmıştı; çünkü o benim için bütün insanlığın timsaliydi.”
Sayfa Sayısı : 184
Kağıt/İç Baskı : III Hm Enzo 55gr
Cilt/Kapak : Amerikan Bristol 230gr
Ege`nin Muğla`sı ile Miami`nin Lauderdale`i birbirine ne kadar benzer, birbirinden ne kadar farklıdır? Belki de bunu en iyi, bu iki kıyı arasında milyonlarca yıldır gidip gelen caretta caretta bilebilir. Onun bu romanındaki adı Minta... Özgürlüğünün simgesi Minta... O sessizce her şeyi gördü ve anlattı. Yelkenlileri, buharlı gemileri, denizaltıları, plastik torbaları, zehirli atıkları. Ve elbette insanları da...
"Minta", efendilerin ve kölelerin yüzyıllık tarihiyle, 20. yüzyılıın hikayesiyle buluşturuyor bizi. Bir yanda köle Nada, Mısırlı Hüsnü Paşa, Salima Hatun, Amira Kadın, Arap Nijad, Hamra ve Şerif... Diğer yanda Naja, Seminol Reisi Yaralı Tilki, Nay, Thomas James, Rose, Ray... Ve onlar farklı coğrafyalarda aynı kaderi paylaştılar...
Köleliğin, savaşların, ırkçılığın ve göçlerin acısıyla savrulan insanların öfkeleri, isyanları, günahları, sırları, suçları ve tabii ki aşklarıyla yüzyüze gelirken, son yüzyılın şarkılarını da dinleyeceksiniz...
Sarı Paşam, yirminci yüzyılın en büyük lideri Mustafa Kemal Atatürk’ün çocukluğuna, gençliğine, psikolojik ve düşünsel köklerine yapılan derin ve büyülü bir yolculuğun gerçek hikâyesidir. 1800’lü yılların sonudur... Osmanlı İmparatorluğu, emperyalist bir kuşatmayla çevrilmiştir. İstanbul’da Sultan II. Abdülhamit nefes aldırmayan bir istibdat düzeniyle tüm dizginleri ele geçirmeye çalışmaktadır. Selanik’te vatansever, özgürlükçü subaylar gizli bir cemiyet kurmuş, ihtilal hazırlığı yapmaktadırlar. Jön Türkler Avrupa’da çalışmalarını sürdürmekte, İttihatçı fedailer içeride kan dökmeye devam etmektedirler. Mustafa Kemal, bir taraftan geleceğini hazırlarken diğer taraftan vatan ve hürriyet mücadelesi vermekte, bazen de aşk acısıyla yanmaktadır. Bu kitap sizi geçmişte bir yolculuğa çıkaracak: Önce Mustafa Kemal’i tanıyacaksınız bu yolculukta; hiç bilinmeyen özelliklerini öğreneceksiniz; gerçekleşecek çocukluk düşlerine tanık olacaksınız. Onunla Manastır, Selanik, Şam ve İstanbul arasında gidip geleceksiniz. Sonra, Jön Türklerle ve İttihatçılarla tanışacaksınız: Enver, Talat ve Mithat Şükrü’yle Selanik’in arka sokaklarında bir evde yapılan vatan ve hürriyet konulu gizli toplantılara kulak misafiri olacaksınız. Teğmen Atıf ve Yakup Cemil’le silahların gölgesinde çatışmaya girecek, icabında "yarıp çıkacaksınız!" Ve sonra Sultan II. Abdülhamit’i tanıyacaksınız; Padişah’ın gizli dünyasının kapılarını ardına kadar aralayacak; duygularını, düşüncelerini, kaygılarını, korkularını, doğrularını ve yanlışlarını öğreneceksiniz. Yıldız Sarayı’nın büyük salonunda Padişah’la diz dize oturup konuşacaksınız!
Bazen sınırları aşk belirler...Sinan, düşüncelere daldı, eskilere gitti, gecelere şerh düştü gözyaşlarından. Sabah gün doğmadan uyandı, doğan günden once zamana koşmak istedi. Haykırmak istedi sevgilisine zamanın ne kadar yakıcı olduğunu. İçinde ne varsa her şeyi yakıp kül ettiğini.
Ne zaman dinledi onu ne de hayalindeki sevgilisi. Ağladı Sinan, sabaha karşı, gün doğmadan. Zamana yetişemeyeceğini anlayınca yeminler etti, aşkı üstüne. İçindeki ateşi yeryüzüne kazıyacaktı.
Kendi arzusuyla devşirilip payitahta getirilen Sinan'ın hayatı Karaboğdan Seferi sırasında değişecektir. On gün gibi kısa bir sürede sağlam bir köprü yapıp Osmanlı ordusunu saplandığı Prut bataklığından kurtarması ona mimarbaşı olma yolunu açar.
Bu sure zarfında Kanuni ile Hürrem'in dillere destan aşklarının güzeller güzeli meyvesi Mihrimah Sultan'a da g.nlünü kaptırır. Ancak Sinan kırk sekiz yaşındadır ve üstelik de evlidir. Mihrimah Sultan ise Rüstem Paşa ile evlendirilecektir.
Güneş de ay da tüm umutlarıyla birlikte batmıştır artık. Sinan'ın bu imkansız aşkı yaşatmak için sultanını kalbine ve yaptığı eserlere gizlemekten başka çaresi kalmamıştır. Aşkının küllerinden iki cami vücuda getirir Sinan. Öyle ki bu camilerin birinde güneş batarken diğerinde ay doğmaktadır.
Bu iki camide asırları aşan zamansız bir aşk her gün sonsuzluğa karışır. İmkansız bir aşka duyduğu umudun bir ustayı nasıl dünya çapında ünlü bir mimar haline getirdiğini daha önce de yüz binler satan bu kitapta okuyacaksınız.
Rüyaların mimarı Koca Sinan... Rüyalarından korkan bir adam, rüyalarının peşinden gidebilir mi? Nehir dolup taştığında aşk da coşar! Aşk ise bana göre tenden geçmedir! Aşk, bedeni aşıp ruhların ruh dünyasında bir olmasıdır. Bir olmayı başaran ruhları ise ancak ölüm ayırır.Aşkı bulanlar sadece rüyalarının peşinden gidenlerdir. Lale ve Serkan, Sinan Araştırma Merkezi için çalışan iki araştırmacıdır. Onları bir araya getiren şey Mimar Sinan’ın kayıp kafatasının izini sürmek ve bu sır perdesini ortadan kaldırmaktır. Yaptıkları araştırma onları Mimar Sinan’ın gizemlerle dolu hayatında tarihi bir yolculuğa çıkaracak, eserlerindeki sırlara ve Yakup’un Merdiveni’yle arasındaki gizli bağlantıya götürecektir. Hayatını kâbusa çeviren rüyaların peşinden giden Philip ise eski sevgilisi Sandra’yla birlikte kendini hayallerinin şehri İstanbul’da bulur, yolları yedi tepeli kentte Lale ve Serkan’la kesişir. Rüyaların mimarı Koca Sinan’ın izlerini sürerken aşkın koridorlarında kaybolan bu dört arkadaşı Mimarın Merdiveni adlı tehlikeli bir tarikatın müritleriyle girecekleri amansız bir mücadele beklemektedir... İki Cami Arasında Aşk 2 "Kayıp Kafatası", modern zamanda Mimar Sinan ekseninde filizlenen modern aşkların, rüyalardaki sırların ve aşka çıkan zorlu basamakların hikâyesi...
Sahipsiz gökyüzünün maviye bulanan aşkları...
2. Abdülhamit’in saray ressamlığına yükselen Fausto Zonaro, Osman Hamdi Bey gibi dönemin ünlü isimlerinin, büyükelçilerin, padişahın yakın çevresinin, Avrupa kültürüne hakim İstanbul beyefendilerinin, İttihat ve Terakki liderlerinin yanı sıra sıradan tulumbacılarla bile yakın dostluklar kurmuştu; ki bu alışılmadık dostluklar onu Ayasofya’nın derinliklerinde bilinmeyen bir odaya kadar sürükleyecekti…
Saray duvarlarının arasında yaşanan kısacık, ama hüzünlü bir aşk hikayesi, Direklerarası’nda işlenen ünlü bir cinayet, Bizans imparatorlarının soyundan gelen son adamla kurulan dostluk, İttihat ve Terakki’nin zorlamasıyla ilan edilen meşrutiyetin İstanbul sokaklarına getirdiği kanlı ve belirsiz günler…
Tarihle kurgunun iç içe geçtiği, bu güzel roman sizleri İstanbul’un belki de en az bilinen sırrını öğrenmeye çağırıyor.
Kızılbaş sancakları, Şark’ın en büyük şehir ve kalelerine çekiliyor, henüz yirmi dört yaşlarında bulunan Şah İsmail’in adı memleket memleket bir destankahramanı gibi dolaşıyordu.
1511 senesi girdiği zaman tarih sahnesinde kudretli bir Safevi Devleti mevcuttu. Henüz yirmi beş yaşlarında bulunan Şah İsmail Azerbaycan, Irak-ı Acem, Irak-ı Arap ve İran’a saldırdı. Hududunu Ceyhun Nehri’ne kadar genişletmişti. Artık bütün nazarlarını Osmanlı ülkesine çevirebilirdi… Şah İsmail büyük divanın fevkalâde bir içtimaında hiç yoktan nasıl muazzam bir devlet meydana getirdiğinin hikayesini mağrurane bir eda ile anlattıktan sonra şöyle demişti: “Bu kadar büyük zaferler ve fetihler, bu kadar az bir zamanda hangi hükümdara müyesser olmuştur? Hazreti Ali aşkı için atıldığımız mücadele, bakın bizi nerelere yükseltti.”
Sufîlerin en az iki asırlık hikayesinin anlatıldığı bu tarihî romanda; Şah İsmail’in şeyhlikten şah yükselişi ve bu uğurda Kızılbaş Türkmenlerle birlikte verdiği mücadeleler, Safevi Devleti’nin kuruluşu, Şii mezhebini resmi mezhep olarak ilan edişi, Yunus Emre’ye aşık içli bir şair oluşu anlatılmaktadır.
Bana artık çok gerilerdeymiş gibi gelen çömezlik dönemimizin zorlu anlarında Rahip Istvan, ‘Kader gemisinin rotasını tam olarak kendiniz belirleyemeseniz de en azından hayat denizinin dalgaları arasında savrulurken sarılacağınız bir dümen vardır,’ derdi. Zamanında, dara düşmüş yüreğimizin cesaret ocağını alevlendiren bu cümleyle şimdilerde avunmam mümkün değil. Bence kader gemimizin rotası daha biz yeryüzüne gelmeden önce çiziliyor, elimize verilen dümense çark-ı felekle kıyaslanamayacak kadar beyhûde bir oyuncak; ama yine de hikâyemizin anlatılmaya değerliliğinden en küçük bir kuşkum olsa, ‘Şu dünyada zaten anlatılmamış ne var, eninde sonunda herkes, her şey birbirine benzer, tıpkı bizim gibi,’ der ve kalemi elime bile almazdım..." 1600’lü yılların sonları. Kolozsvarlı bir genç, Avrupa’daki güç savaşlarının sert esen rüzgârıyla doğduğu topraklardan koparılarak içinden deniz geçen şehre kadar sürükleniyor. Günbegün değişen şartlar ve yaşanılan onca acı ve yoksunluğa rağmen içinde büyüttüğü hayalini ise hiç kaybetmiyor; düşünülen ve yazıya dökülenleri kâğıda basabilmek... Altıncı romanı olan Macar’la Solmaz Kâmuran, bu kez okurlarını hayalle gerçeğin dansettiği bir zaman yolculuğuna çıkarıyor. Etkileyici bir kurgu ve kıvrak bir dille anlattığı bu yolculukta; kimi zaman on sekizinci yüzyıl Orta Avrupa’sının şehirlerinde dolaşacak, savaş meydanlarının dehşetiyle sarsılacak, bir sarı bukle eski bir aşk şiirindeki "cim" harfini hatırınıza getirecek ve hüzünleneceksiniz. Kimi zaman içinden deniz geçen şehrin Galata’sında dik yokuşları tırmanacak, Haliç’te bir kayık gezintisi yaparken dönemin İstanbul’unun atmosferini soluyacaksınız. Sonra günümüze dönüp Budapeşte’nin parklarında soluklanıp Moskova’nın ara sokaklarında bir eskici dükkânında tozlu raflarda çoktan unutulmuş hayat hikâyelerine can vereceksiniz. İstanbul’da ise heyecanı ve aşkı yakalayacaksınız. Macar, İbrahim Müteferrika ekseninde içsel bir yolculuğun iz bırakacak anlatımı... <
"Kostantiniye’nin benim tarafımdan fetholunması takdir edilmiş ise, burçları taş ve topraktan değil, demirden olsa, ateşi hışmı kahr ile eritip, mum gibi yumuşak eylerim." -Fatih Sultan Mehmet- Dünya durdukça varolacak şehir İstanbul... Tarihin sırlı perdesi yeniden açılıyor. Aşkın gölgesinde soluklanan hayatlar, ihtiraslar ve hiç sönmeyecek bir mücadelenin öyküsü... İstanbul’un Fethi bir solukta okuyacağınız bir fetih destanı. Zamanın akışını durduran bir tarih 1453. Bizans’ın düştüğü, Fatih’in hükümranlığını tüm dünyaya kabul ettirdiği tarih. "Fetih sana müyesser olacaktır" müjdesini ruhunun derinliklerinde taşıyan Fatih’in tahta geçmesiyle birlikte yaşanan olaylar, Şehzade Orhan Çelebi’nin başına gelenler, İstanbul’un kuşatılması, Çandarlı Halil Paşa’nın Kostantiniye’deki gizli teşkilatı, Bizans entrikaları, atını dalgalara doğru süren bir padişahın inanılmaz ve bir o kadar da merakla okuyacağınız hikâyesi. Tarihi romanın öncü isimlerinden Feridun Fazıl Tülbentçi’nin kaleminden hiç eskimeyen bir Fatih ve Fetih romanı. Her satırında kendinizi tarih sahnesinde yeniden bulacaksınız. Büyüleyici ve heyecan dolu bir kasırga sizleri bekliyor.
Tarihin sır perdesi aralanıyor!... Osmanlı’nın üstünde toplanan kara bulutların örttüğü sırlar birer birer gün yüzüne çıkıyor. Osmanlı tarihinin en görkemli ama aynı zamanda saraydaki entrikaların ve taht mücadelelerinin ayyuka çıktığı, en karanlık zamanlardan biridir Muhteşem Süleyman’ın yüzyılı... Tarihe aşkları, hırsları, gücü ve efsaneleşmiş hayatıyla damgasını vuran kadınlar vardır. Osmanlı İmparatorluğu’nun en çok tartışılan haseki sultanlarından olan Hürrem Sultan’ın yaşamı da böyledir. Masalsı ve büyüleyici bir yaşam... Osmanlı’nın muhteşem yüzyılını taçlandıran Hürrem Sultan’ın nefes kesen yaşamı Feridun Fazıl Tülbentçi’nin sürükleyici anlatımıyla okuyucularla buluşuyor. Hürrem’in saraya girişi, padişahın gözdesi olması, haseki sultanlığa yükselmesi, kendi oğullarını tahta geçirmek için damadı Rüstem Paşa ve kızı Mihrimah Sultan ile birlikte çevirdiği tüm dolaplar. Şehzade Mustafa’nın öldürülmesi ve "makbul" iken "maktul" olan bir sadrazamın, Pargalı İbrahim Paşa’nın hikâyesi. Ve kendi evlatlarını yiyerek ayakta kalan bir dünya imparatorluğu. Tarihi romanın öncü isimlerinden Feridun Fazıl Tülbentçi’nin kaleminden aşk, güç ve iktidar sarmalında nihayete eren bir masal. Aşk ve saltanatın dinmeyen fırtınası...
Bana artık çok gerilerdeymiş gibi gelen çömezlik dönemimizin zorlu anlarında Rahip Istvan, ‘Kader gemisinin rotasını tam olarak kendiniz belirleyemeseniz de en azından hayat denizinin dalgaları arasında savrulurken sarılacağınız bir dümen vardır,’ derdi. Zamanında, dara düşmüş yüreğimizin cesaret ocağını alevlendiren bu cümleyle şimdilerde avunmam mümkün değil. Bence kader gemimizin rotası daha biz yeryüzüne gelmeden önce çiziliyor, elimize verilen dümense çark-ı felekle kıyaslanamayacak kadar beyhûde bir oyuncak; ama yine de hikâyemizin anlatılmaya değerliliğinden en küçük bir kuşkum olsa, ‘Şu dünyada zaten anlatılmamış ne var, eninde sonunda herkes, her şey birbirine benzer, tıpkı bizim gibi,’ der ve kalemi elime bile almazdım..." 1600’lü yılların sonları. Kolozsvarlı bir genç, Avrupa’daki güç savaşlarının sert esen rüzgârıyla doğduğu topraklardan koparılarak içinden deniz geçen şehre kadar sürükleniyor. Günbegün değişen şartlar ve yaşanılan onca acı ve yoksunluğa rağmen içinde büyüttüğü hayalini ise hiç kaybetmiyor; düşünülen ve yazıya dökülenleri kâğıda basabilmek... Altıncı romanı olan Macar’la Solmaz Kâmuran, bu kez okurlarını hayalle gerçeğin dansettiği bir zaman yolculuğuna çıkarıyor. Etkileyici bir kurgu ve kıvrak bir dille anlattığı bu yolculukta; kimi zaman on sekizinci yüzyıl Orta Avrupa’sının şehirlerinde dolaşacak, savaş meydanlarının dehşetiyle sarsılacak, bir sarı bukle eski bir aşk şiirindeki "cim" harfini hatırınıza getirecek ve hüzünleneceksiniz. Kimi zaman içinden deniz geçen şehrin Galata’sında dik yokuşları tırmanacak, Haliç’te bir kayık gezintisi yaparken dönemin İstanbul’unun atmosferini soluyacaksınız. Sonra günümüze dönüp Budapeşte’nin parklarında soluklanıp Moskova’nın ara sokaklarında bir eskici dükkânında tozlu raflarda çoktan unutulmuş hayat hikâyelerine can vereceksiniz. İstanbul’da ise heyecanı ve aşkı yakalayacaksınız. Macar, İbrahim Müteferrika ekseninde içsel bir yolculuğun iz bırakacak anlatımı...
Venedik körfezinin methalinde ileri bir karakol gibi mühim bir mevkide bulunan Korfo Adası’nı muhasara etmek ve onu zararsız bir hale getirmek, Venedikliler için pek büyük bir darbe olacaktı. Padişahtan avdet emrini alan Lütfi Paşa, Avlonya’ya gelmiş ve derhal huzura çıkarak Polya sahillerindeki muvaffakiyetlerini sayıp dökmüştü. Süleyman: "Venediklinin anlı şanlı kalesi Korfo’dur. Varın onu kuşatın. Yakıp yıkın ve tiz alın!" diye Korfo muhasarasını emretmiş ve kendisi de Avlonya’yı terk ederek adanın karşısındaki sahilde ordugâh kurmak için hazırlığa başlamıştı. Feridun Fazıl Tülbentçi’den yine okuyucuları soluksuz bırakacak tarihi bir macera...
Barbaros Hayreddin Paşa'nın asıl adı Hızır Reis'ti. Kardeşleriyle birlikte deniz ticareti yaparken Rodos Şövalyelerine tutsak düştü. Serbest kaldıktan sonra Cerbe Adası'nı üs olarak kullanıp korsanlık yapmaya başladı.Avrupalıların Barbarossa diye adlandırdığı, Osmanlı padişahı Kanuni Sultan Süleyman'ın kaptanıderya unvanını verdiği bu ünlü Türk denizcisinin nefes kesen romanı Feridun Fazıl Tülbentçi'nin kaleminden okurlara sunuluyor.
Herkes önce melektir, bazıları sonra şeytan olur…
Kara bulutların sırlarla gölgelediği bir imparatorluk… Osmanlı tarihinin en debdebeli, serkeş, başıbozuk yıllarında güç ve iktidar savaşı. Masum bir genç kızdan tarihin kader çizgisinde hükümranlığıyla efsaneleşmiş bir saltanat naibesi Kösem Sultan'a evrilişinin lirik, destansı hikâyesi. Kösem'in saraya girişi, padişahın gözdesi olması, haseki sultanlığa yükselmesi, kendi oğullarını tahta geçirmek için verdiği mücadele, devletin bekası için işlenen cinayetler ve kendi evlatlarını yiyerek ayakta kalmaya çalışan bir dünya imparatorluğu…
Solmaz Kâmuran, her satırı inceliklerle örülü yedinci romanı Kösem'de hayallerine sığmayan masum bir genç kızın tarihin ve kaderin hükmüne yön veren bir valide-i muazzamaya dönüşümünün trajik hikâyesini anlatıyor.
Tarihi roman türünün Türkiye’deki en önemli temsilcilerinden Demet Altınyeleklioğlu’ndan muhteşem bir Çanakkale romanı. Birinci Dünya Savaşı tüm şiddetiyle sürerken Anzak Birlikleri, İngilizlere destek olmak için Gelibolu’da karaya çıkar ve kendilerine ait olmayan bir savaşın içinde, kendilerine ait olmayan bir nefreti dışarı vururlar… Anzak Birliklerinde hemşire olarak görev yapan Helen’inse gözlerini zafer hırsı bürümüştür. Ancak savaşın kıyameti içinde, yaralı bir Türk subayını esir olarak hastane çadırına getirdiklerinde, Helen ne kalbine ne de aklına söz geçirebilecektir. Çevrelerini saran kan ve barut kokusuna rağmen Teğmen Suat ile Hemşire Helen, düşmanlığın içinde gizlenen en masum duygulardan birini, aşkı yaşayacaklardır. Nefretle de sulansa, toprağın daima sevgiye gebe olduğunu işte o zaman anlayacaktır ikisi de.
Suat ile Helen, gencecik askerlerin canlarını siper ettikleri acımasız bir savaşın ortasında, kendilerini ümitsiz bir aşkın pençesinde bulurlar. Çünkü cephede filizlenen aşkların ilk şehitleri, kaybedilen ümitlerdir. Sydney’den Gelibolu’ya uzanan trajik bir aşkın hikâyesi Gülüm…
Suat ile Helen’in hikâyesi… 1915’te bir çadır hastanesinde başlayıp okyanusları aşan, kalpleri sızlatan, dramatik bir sevdanın nefes nefese ve gözyaşlarıyla okuyacağınız hikâyesi…
Tarihin vicdanlardan gizlediği gerçeklerle yüzleşmeye hazır olun.
Tarih her zaman adil davranmaz! Kimine kahraman kaftanı, kimine hain gömleği biçer. Gerçekse tarihin gizemleri içinde kaybolur...
Büyük Roma fethine hazırlanan Fatih'in beklenmedik ölümü Osmanlı Sarayı'nı karıştıracaktır. Bir yanda saltanatını ilan eden Beyazıt, diğer yanda Şehzade Cem, Osmanlı tahtı için amansız bir mücadeleye tutuşur. Çocukluğunda hiçbir iktidar hırsı olmayan genç Şehzade Cem'in ruhu neden bir anda saltanat hırsıyla kavrulur? Yoksa hayatına giren kadınların doymak bilmez ihtirasları mı onu felakete sürüklemiştir?
Güzel hizmetçi Ferimah'ın korkunç sırrı nedir? Hayatı boyunca ölümden kaçan Şehzade Cem, sonunda ölümü neden bir kurtuluş olarak kabullenir? Ölüm şerbetini ona kim içirir? Papa Borgia mı? Zehir kraliçesi diye anılan güzel Lucrezia mı? Yoksa başka bir ölüm meleği mi?
Kaynağını tarihten alan romanları Türk okuyucusuna sevdiren Demet Altınyeleklioğlu'nun bu yeni romanında; Şehzade Cem'in karlı Küre Dağları'ndan Osmanlı Sarayı'nın ihtişamına, piramitlerin gölgesinden Rodos Şövalyeleri'nin şatolarında tezgâhlanan ihanetlere, Papa Borgia ve güzel kızı Lucrezia'nın korkunç entrikalarından dillenmemiş sevdalara ve son nefese saklanan korkunç itiraflara uzanan fırtınalı yaşamını nefes nefese okuyacaksınız.
Eleştirmenlerin "Türkiye'nin Philippa Gregory'si" diye takdim ettiği Demet Altınyeleklioğlu, Bozkır Çiçeği Cem Sultan romanında bu başarısını bir kez daha gözler önüne seriyor.
"Kaptan Dragut geliyor!"
Tehdidi afakı tutarken, Trablusgarp fatihi Turgut Reis leventleriyle Akdeniz sularına korku salıyordu. Reisin nice kahramanlıklarının anlatıldığı bu hikâyede, esaretten yıllarca hiç dinmeyen bir aşka, Muhteşem Süleyman'ın damadı Rüstem Paşa'nın çevirdiği türlü entrikalardan kahramanlıklarla süslü deniz cengine kadar Turgut Reis'in yaşamı Feridun Fazıl Tülbentçi'nin sürükleyici anlatımıyla okuyucularla buluşuyor.
Deniz muharebelerinde gösterdiği başarılarla Osmanlı Devleti'nin hizmetine giren Turgut Reis'in inanılmaz hikâyesine tanık olacaksınız...
"İhtiyar Bizans mı bizi yıllardır yaşadığımız vatanımızdan cüda edecek? Şu tekfurlar mı bizi gaza meydanlarından uzaklaştıracak? Görsünler Kayı aşiretini. Köhne Bizans, bir gün oğullarımız onun da kapılarını kılıçlarıyla çalacak ve ‘İşte Türk geldi!’ diyecek." Kuruluşun gerçek hikâyesi... Bir aşiretten dünya imparatorluğuna giden yolda ruh, inanç ve ahlakın nasıl yoğrulduğunu gösteren Osmanoğulları sancılı bir doğumun nasıl gerçekleştiğini anlatıyor. Kuruluşun saklı kalmış tüm aşamaları yüzlerce tarihsel belge ışığında hayat buluyor. Kayı aşiretinin yaşayışı, tekfurlarla olan mücadeleler, bitmeyen savaşlar ve aşkın gücünü yüreğinden eksik etmeyen Osman Bey’in macera dolu yaşamı... Henüz yirmi yaşında bile olmayan Osman Bey’e aşiretin idaresini vermiştir babası Ertuğrul Gazi. Her şey Osman Bey’in liderliğini hazmedemeyen Dündar Bey’in aşiretin düşmanlarıyla birlikte hareket etmesiyle başlar. Şövalye Laskaris, Papaz Arkitas, Konyalı Mesut ve Korhan onunla birlikte hareket eder. Yarhisar Tekfuru Nikefor, İnegöl Tekfuru Nikola ve Bilecik Tekfuru da bu kumpasa ortak olur. Osman Gazi, bu genç ve hülyalı adam, tarihin seyrini değiştirerek dünyayı kendi etrafında döndürecek olan bir imparatorluğu, nice badireyi atlattıktan sonra kutlu bir inancın yol göstericiliğinde kurar. Bir aşiretten devlete geçişin efsanevi hikâyesi... Tarihi romanın öncü isimlerinden Feridun Fazıl Tülbentçi’nin kaleminden Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşunu ve onun banisi olan Osman Gazi’nin hayatını, muzaffer savaşlarını, aşkını ve ıstırabını heyecanla okuyacaksınız...
"Safiye Sultan - Sözüm ki Tek Sana Geçmez Celladımsın Ey Zaman", Osmanlı İmparatorluğu’nun 16. yüzyılına farklı bir ışık düşüren "üçleme’nin" son cildi. Bu üç ciltlik romandaki karakterlerin büyük bir bölümü gerçek kişiler, tabii olaylar da öyle. Chamberlin, Osmanlı tarihinin önemli bir geçiş dönemini bir hadımın ağzından yazmayı tercih etmiş, bunu da "kadın ve erkek dünyasını aynı anda gözlemleyebilecek olan yalnızca onlardı" diye açıklıyor. "Safiye Sultan"ın üçüncü cildinde haremde yaşanan olaylar doruğa tırmanırken, entrikaların sır perdesi sonunda aralanıyor. II. Selim ve III. Murad, ardından da III. Mehmed’in iktidarları döneminde zaman kanatlanıyor sanki. Bir yanda dünya güç dengesinde meydana gelen çatışmalar ve savaşlar, diğer yanda harem içinde sürüp giden ölümcül entrikalar... Merdivenlerden atılan bebekler, denizin dibini boylayan cariyeler, hançerlenen sadrazamlar... Ve birbirinden çarpıcı sorular: Sokullu’yu kim, neden öldürttü? Sultan Selim gerçekten de hamamda kayıp başını taşa çarparak mı can verdi? Kanuni’nin torunu, Sultan kızı İsmihan neden hep ölü doğumlar yapıyordu? Ya Safiye Sultan?... Güç ve iktidardan başka hiçbir şeye değer vermeyen Safiye, sonunda muradına eriyor mu? Bütün soruların yanıtı bu son ciltte!...
"Safiye Sultan - Hadım Edilmiş Bir Aşk", Osmanlı İmparatorluğu’nun 16. yüzyılına farklı bir ışık düşüren "üçleme"nin ilk cildi. Diğer iki cilt ise "Safiye Sultan-Ya İpek urgan, Ya Gümüş Hançer" ve "Safiye Sultan-Sözüm ki Tek Sana Geçmez Celladımsın Ey Zaman" adlarıyla önümüzdeki günlerde okurlarımızla buluşacak. Bu üç ciltlik romandaki karakterlerin büyük bir bölümü gerçek kişiler, tabii olaylar da öyle. Chamberlin bize Osmanlı tarihinin önemli bir geçiş dönemini bir hadımın ağızından yazmayı tercih etmiş, bunu da, "kadın ve erkek dünyasını aynı anda gözlemleyebilecek olan yalnızca onlardı" diye açıklıyor. Öykü 16. yy Osmanlısında geçiyor, Venedikli bir asilzadenin kızı olan güzel Sofia Baffo korsanlar tarafından kaçırılarak Şehzade Murad’a verilmek üzere Osmanlı haremine satılmıştır. Kısa zamanda haremin en önemli kadınları arasına giren ve sultan anasının gözdesi olan Safiye ile aynı gemide bulunan İtalyan gemici Giorgio Veniero’nun kaderi benzer şekilde gelişmez. Giorgio hadım edilerek kaybettiği erkekliğini Safiye’ye duyduğu tutkulu aşkta yaşar. Tarihsel zenginlik ve çarpıcı bir romantizmle işlenmiş olan bu romanda Muhteşem Süleyman’ın hüküm sürdüğü topraklarda yaşanan büyük bir aşkın yanı sıra saray ve harem entrikalarına, hadımlar arasındaki ölümcül mücadeleye ve erotizmin en uç, en sapa boyutlarına tanık olacaksınız.
Göz kamaştırıcı bir güzelliğe sahip ve son derece akıllı olan Mısır Kraliçesi Kleopatra 7, sınırları Aşağı Mısır’ın yakıcı çöllerinden, Akdeniz’in ışıltılı anakenti İskenderiye’ye kadar uzanan dünyanın en gösterişli, en zengin krallığının tahtına geçtiğinde henüz çocuk denecek yaştaydı. Her türlü saray komplosunu ve Roma’dan gelecek hainlikleri göze alarak, Mısır’ı tehlikelerden koruyacak tek adamla, kurt politikacı, ünlü savaş ustası ve kadın düşkünü Jül Sezar ile anlaşma yapmanın yollarını aradı. Tutkulu bir aşkla sonuçlanan anlaşma, Roma’da büyük öfke yaratırken, Kleopatra, Sezar’ın ölümünden sonra da her türlü ölümcül entrikanın döndüğü Roma’da, Romalıları büyülemeye ve kendi çıkarları için kullanmaya devam edeceği parıltılı bir dünya yarattı. Colin Falconer, erkek egemen bir dünyada, inanılmaz başarılara ve zaferlere imza atan unutulmaz kadının, güçlü portresini çizerek okurlarını İskenderiye saraylarının duvarlarından içeriye ve Kleopatra’nın kalbinin derinliklerine sürüklüyor. Bu, tarihin binlerce yıl gerilerinden parıldayan, bugünün okurlarının bile hayal dünyasını fethedecek efsanevi bir kadının destansı hikâyesidir.
Ege’nin Muğla’sı ile Miami’nin Lauderdale’i birbirine ne kadar benzer, birbirinden ne kadar farklıdır? Belki de bunu en iyi, bu iki kıyı arasında milyonlarca yıldır gidip gelen caretta caretta bilebilir. Onun bu romandaki adı Minta... Özgürlüğün simgesi Minta... O sessizce her şeyi gördü ve anlattı. Yelkenlileri, buharlı gemileri, denizaltıları, plastik torbaları, zehirli atıkları... Ve elbette insanları da... "Minta", efendilerin ve kölelerin yüzyıllık tarihiyle, 20. yüzyılın hikâyesiyle buluşturuyor bizi. Bir yanda köle Nada, Mısırlı Hüsnü Paşa, Salima Hatun, Amira Kadın, Arap Nijad, Hamra ve Şerif... Diğer yanda Naja, Seminol Reisi Yaralı Tilki, Nay, Thomas James, Rose, Ray... Hepsi de farklı coğrafyalarda aynı kaderi paylaştılar... Köleliğin, savaşların, ırkçılığın ve göçlerin acısıyla insanların öfkeleri, isyanları, günahları, sırları, suçları ve tabii ki aşklarıyla yüz yüze gelirken, son yüzyılın şarkılarını da dinleyeceksiniz...
Internet Explorer tarayıcısının 9.0 ve daha eski sürümlerini desteklememekteyiz. Web sitemizi doğru görüntüleyebilmek için tarayıcınızı güncelleyebilirsiniz, güncelleyemiyorsanız başka bir tarayıcıyı ücretsiz yükleyebilirsiniz.