Tam zamanında açmalısın kapını Hayatına girmek isteyenlere Tam zamanında başka bir şehre gidip Ayaklarının üzerinde durmaya çalışmalısın Tam zamanında dönmelisin memleketine -Can Yücel- Karataş Efsanesi gerçekleşiyor mu? Çocuklukları Foça’da geçmiş olan, şimdi biri Paris’te, biri New York’ta yaşayan Canan ile Haluk, Foça’daki Karataş efsanesinin ve kalplerinin sesini dinleyerek, doğdukları memlekete dönebilecekler mi?
1900’lü yılların başlarında, Anadolu’nun küçük bir köyünde yaşayan yeni anne olmuş Selime, İstanbul’daki bir paşanın evine sütannelik yapması için çağrılır. Kocası da İstanbul’da, Nişantaşı karakolunda memur olan Selime, bebeği Salih ile İstanbul’a gelir. Selime’nin sütanalık yaptığı bebek ile birlikte büyüyen Salih, ailesi köye döndükten sonra da konakta yaşamaya devam eder. Paşa’nın ölümünün ardından Salih’i artık konakta istemeyen eşi Naime Hanım, Salih’i babasının yanına, doğduğu köye geri gönderir. Salih’in hazin öyküsü bundan sonra başlayacaktır... Ebubekir Hazım Tepeyran, Küçük Paşa romanında, yirminci yüzyıl başlarındaki kırsal kesim gerçekliğimizi ayrıntılı biçimde sergiler. Romanda, köylünün durumu, yüzyıllardır ihmal edilmiş ve ezilmiş olması, canlı ve çarpıcı bir tahlil gücüyle, ülke sorunlarıyla iç içe tasvir edilir; ülke gerçeklerinin, dönemin sorunlarının altı çizilir. Köy kent çelişkisi, yönetimin despotik tutumu, savaşların getirdiği yıkımlar ve bütün bunlar içinde Anadolu insanının dramı, zengin bir gözlem gücünün ürünü olarak romanda yansıtılır. Bu özellikleri nedeniyle, edebiyat tarihimizin üstünde en çok durduğu romanlarımızdan biri olan ve ilk kez 1910 yılında basılan Küçük Paşa, 100 yıl sonra tekrar okuyucu karşısına çıkıyor.
"Yalnız birimize, kendimize olmak ümidiyle o tarafa ihtiyatla, aramızda konuşur, alınacak eşya üzerinde münakaşa eder gibi yaparak yaklaştık, yanaştık. Cesaret, cüret neredesin? Halbuki daha o devirde, Abdülhamit saltanatının son günlerinde ben Fransa İhtilali’ni okumuş, "Cüret, cüret, daima cüret!" cümlesinin Fransızcasını ezberlemiştim. Yüreğim yine güm güm atıyordu; sesim, kendimin bile tanıyamayacağım kadar boğuk ve değişik; bacaklarım, başkalarının bile farkına varacağı derecede sarsak ve titrekti. Yanlarına bu halde gelince, aynı kadın, bizim tüysüz, çelimsiz, toy, ürkek ve beceriksiz üç genç olduğumuzu daha iyi anladığından, ilk sözü atmak rolünü üzerine aldı..." Refik Halid Karay, birbirinden bağımsız, gözlem ve tasvir kuvvetini ortaya çıkaran hikâyelerini topladığı İlk Adım’da, dönem yaşantılarına ışık tutan detayları anlatmaktaki ustalığı ve duru Türkçesi ile özgün tarzının tipik bir örneğini sergiliyor.
"Sakın aldanma, inanma, kanma... Yalan dolan makaraları yine sağılmaya başlanacak, yine elimizdekiler kapılıp deve yapılacak; toklar çekilip biraz da açlar yalanacak... Bu işin künhü budur! Polis zannedeceksin, harami çıkacak; nimet diye gideceksin, tuzak çıkacak; melek görünecek, şeytan çıkacak... Gözünü açmazsan yine yumurtalar cılk çıkacak! Hülasa artık her sakallıyı baban sanma, her lafa kulak asma, kabadayılığa yekûn tut, efeliğe kapılma... Bu benim sana baş nasihatim: Gözünü aç, ayağını tetik at, yine aldanma, inanma, kanma!" Refik Halid Karay, Sakın Aldanma, İnanma, Kanma’da, savaş yıllarında yaşanan, parasızlığı, yiyecek, içecek, yakacak kıtlığını, halkın düştüğü sefaleti, söylenen yalanları, aldatmaları alaylı ve hicivli bir üslupla dile getirirken, mütareke yıllarında Hatay - Antakya üzerine kaleme aldığı öyküler ile de okuyucusuna belgesel niteliğinde bir eser sunuyor.
"...İşte bunun için, bu meziyetlerinden dolayıdır ki şu zamanda hemen durmayıp âşık olmak lazımdır. Dünyanın dertlerini unutmak ve felaketleri görmemek için en kestirme yol, gözlerimizi aşkın bağıyla örtmek ve kulaklarımızı aşkın pamuğuyla tıkamaktır. Her keseye elverişli, en ehven ve en şairane çare budur, aşktır!" Refik Halid Karay, otuz beş hikâyeden oluşan mizah türündeki kitabı Tanıdıklarım’da, tanıdığı kişileri, gezip gördüğü yerleri, tattığı, kokladığı, okuduğu, kısacası aşina olduğu her şeyi güçlü tasvirleriyle okuyucusu ile buluştururken mizah yeteneği ile de keyifli anlar yaşatıyor.
"Koyda sabah oluyordu. Sular demin mürdümeriği rengindeydi; şimdi çağlabademi gibi, tüylü ve buzlu bir yeşile boyandılar, daha sonra gökyakutun, en soğukta bile iç hararetini muhafaza ettiği sanılan ve mavi bir kan damlasını andıran ılık rengini aldılar; bundan da vazgeçtiler, zannettim ki, bir çam ormanı, yan yatmış, bilmediğim bir tesirle fıkırdayarak eriyor: ‘Anladım,’ dedim, ‘tabiat kullanacağı boyaların tecrübelerini burada yapıyor. Hilkatin laboratuvarındayım!’ Dalgalar hışıldadılar, sözümü alkışladılar." Tek baskısı 1943 yılında gerçekleşen Makyajlı Kadın yıllar sonra okurla tekrar buluşuyor! Refik Halid Karay, birbirinden bağımsız yazılardan oluşan Makyajlı Kadın’da, İstanbul, insanlık halleri, aşk, güzellik, sanat, yeme-içme, dalkavukluk, giyim kuşam gibi temaları ele alıyor. Türkçeyi kullanmadaki ustalığı, özgün tasvirleri, detaylarda yakaladığı zenginlik ile okuyucuyu, ilginç portreler, fikirler ve mekânlar arasında pek keyifli bir gezintiye çıkarıyor.
"Ulu Tanrı, aman, halimize nazar kıl! Şimdi, bizi bir gün kabul edeceğin ‘Cennet’ ile ‘Cehennem’in işleriyle meşgul olacak sıra değil. Temmuzun ortasındayız; bu, zaten bir netameli aydır. Yeni tabirle -sen âlimsin, elbette manasını bilirsin- radikal bir düzene muhtacız... Sen bunu yapmazsan, sanıyorum ki, harbe hazırlana hazırlana, yere, göğe, denize dinamit, gaz, bomba yığa yığa, pek yakında bizler, bizim küremizi kuyrukluyıldız haline sokup senin yıldızlarına, belki de dosdoğru sana saldırtacağız. İşi o derece azıttık, haberin ola! Hâşâ, elbette bilirsin!" Tanrı’ya Şikâyet, insan canının hiçe sayıldığı, modernleşme adı altındaki ilerlemenin aslında makineleşmeden ibaret olduğu ve bu makinelerin katliam aracına dönüştüğü İkinci Dünya Savaşı yıllarını konu alıyor. Refik Halid Karay, hicivli kalemiyle ve trajik olaylara mizahla yaklaşmadaki başarısıyla okuyucusuna tam bir kara mizah örneği sunuyor.
"Evvela bilmemiz lazım gelen bir mesele vardır; en temelli, canlı mesele: Mizah her aklın, her zekânın dokuyacağı bir kumaş değildir. Latife olgun bir meyve gibi kemale erdirilip öyle ortaya konmak lazım gelir. Mizah süpürge sopası değildir; vurmak, dövmek, kaba kaba güldürmek için kullanılsın. Bu bir fırçadır, dimağımızın yorucu ilim ve hayat yollarında topladığı tozları alır; nazik, ince bir iştir. Mizahta da ehliyet, kabiliyet şarttır." -Refik Halid Karay- "Refik Halid kalemini doğuştan getirdiği mizah kabiliyeti yönünde denemesi sonucu meşhur olmuştur" Yakup Kadri, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları 1969 İlk baskısı 1922’de yapılan Ay Peşinde’de Refik Halid Karay kendisini şöhrete kavuşturan mizah gücünü kullanarak dönemin sosyal olaylarını, değişik katmanlardan kişilerini, gülümsemeyle gözyaşı arasındaki duygu aktarımlarıyla paylaşmaya devam ediyor.
“İstanbul’dan bahsedecektik. Uzakta kalanlar için İstan-bul’un kaldırımları bozuk değildir, sokaklarda çamur ve süprüntü yoktur; tramvaylarda ve vapurlarda azap çekilmez. Musluklardan Terkos yerine kevser akar, sersemletici lodos ılık bir buse, dişleyici poyrazı bir serin nefestir. Bilhassa çöl-de onu konuşurken hep beyaz yelkenlerin kayıp gittiği şurup renkli denizler, avize gibi şıkırdayan pınarlar, ağızlarından şekerleme kadar tatlı sözler dökü-len kızlar görürsünüz.” Refik Halid Karay Memleket Hikâyeleri’nin devamı niteliğinde olan Gurbet Hikâyeleri’nde ikinci sürgünlüğünü geçirdiği Ortadoğu’yu güçlü kalemiyle resmeden Refik Halid Karay, hatıra karakterindeki satırlarıyla gurbette duyulan vatan hasretini somutlaştırarak okura taşıyor. Yeraltında Dünya Var’da ise memleketlerinin sınırları dışında yaşayan Nihan ve Nebil karakterlerine hayat verirken, aşk, yalnızlık ve macera temalarının arasında İstanbul hasretini işliyor
"Lalegül birdenbire olan bu değişikliğe öyle sevinmişti ki yüzündeki durgun ve mahzun hatlar birdenbire haz ve neşeye çevrilmiş, tekrar Kopenhag parkındaki mesut Lale oluvermişti. Ne kolaydı bir genç kızı sevindirmek! Sevindirmek de üzmek de... Uzaktan onu seyrediyor; biçimliliğine, biçimliliğinin inceliğine, inceliğinin körpeliğine, körpelik ve zarafetten ibaret vücut güzelliğine hayranlık duyuyor. Sıraya girmiş başka kadınlar ve kızlar da var. Mukayese ediyor. Ne münasebet? Lalegül bir sanat yapısı." -Refik Halid Karay- Gemiyle Orta ve Kuzey Avrupa seyahati yapan yakışıklı, bekâr ve "zevk sahibi" Rıdvan’ın, her ikisi de ayrı anlamlarda güzel ve cazibeli kadınlar olan Gülrevan ile Lalegül arasındaki gelgitlerini; Refik Halid Karay "coğrafya zevkiyle" kaleme getirdiği Yüzen Bahçe’de anlatırken zenginleştirilmiş tasvirlerle okuru da bu Yüzen Bahçe’nin içine çekiyor.
"Refi Cevad Bey, Kartal yakınlarındaki çiftliğinde yazar dostlarına bir davet veriyordu. Babam da oradaki yazarların en genciydi. Koca kafalı, iri kangal köpeklerinin bağlı olduğu tel kafeslerin arasından bahçeye girdiğimizde yaşlıca bir adamla karşılaşmıştık. Babam, sevgi dolu bir saygıyla adamın elini sıkarken, hiç anlayamadığım ama bir daha da unutamadığım tuhaf bir cümle söylemişti. - Piyanoya hâlâ çivi çakıyorlar üstat. Yaşlı adam da gülmüştü. - Hep çakarlar Çetinciğim. Ben, Refi Cevad’ın çiftliğinden döndükten sonra hemen babamın kütüphanesine dalıp Refik Halid’in kitaplarını çıkartmıştım. Aradığım yazıyı, mizahi bir üslupla yazdığı yazılarını topladığı "Kirpinin Dedikleri" kitabında bulmuştum. O garip cümlenin nereden geldiğini anlamıştım. Birbirlerine hiç benzemeyen o yazarlar arasındaki sıcak dostluğun kaynağını da keşfetmiştim.
Refik Halid, Minelbab Ilelmihrab'ın devamı niteliğinde olan Bir Ömür Boyunca'yla ülkemizin meşrutiyet, mütareke ve cumhuriyet dönemlerine ait yaşantılarını anlatmayı sürdürüyor. Lübnan, Suriye ve Turkiye'deki anılarını yazarken, kronolojik bir sıra takip etmeyen Refik Halid, anlatımında geçmişe ve geleceğe gidip gelerek toplumdaki siyasal, sosyo- kültürel değişimleri ve benzerlikleri göz önüne seriyor. Tarihimizin önemli bir bölümünü farklı pencereden bakarak daha iyi değerlendirmeyi sağlayan Bir Ömür Boyunca, Minelbab İlelmihrab ile birlikte edebiyatımızda anı türünün en güzel örnekleri arasında yer alıyor.
"Refik Halid’in romanlarını soluk soluğa okuduğum dönemlerdi. Bugünün Saraylısı’nı birkaç kez okumuş, bir türlü doyamamıştım. O yüzden bazı sahnelerini ezbere hatırlarım. Onu çağrıştıran Dişi Örümcek de çok hoşuma giderdi. Hele Nilgün, bir dönem, başucu kitabım oldu. 2000 Yılın Sevgilisi’ne gelince, beş-on sayfa okuduktan sonra, beni adamakıllı şaşırtmıştı. Bir zaman kaymasında geriye, geçmişe yolculuk... Aslında her şey en olağan roman sahneleriyle başlıyor: Fahir’le Güldal, birbirlerini tanımayan genç adamla genç kız, İskenderun Garı’ndan Ankara-İstanbul trenine binecekler. Okaliptüs ağaçlarından geniz yakıcı rayihalar. Mevsim, ilkyaz sonu. Güldal’la Fahir, besbelli, az sonra göz göze gelecekler. Geliyorlar da, ama demin dediğim gibi bir zaman kaymasına uğrayarak: Onlarınki yıldırım aşkı değil. Fahir’in iddiasına bakılırsa, 2000 yılından beri sürüyor aşk, tutku, gönül ikizliği. Böylece roman 2000 yıllık bir zaman dilimine açılma imkânı buluyor ve Refik Halid Karay da tatlı tatlı anlatıyor." -Selim İleri
Arhavi’den göçen Fermancı ailesinin; verem, zafiyet ve tifüsün kol gezdiği, eşitsizliklerin acıyla yaşandığı, karaborsa vurgunu yemiş II. Dünya Savaşı yoksulu İstanbul’da verdiği yaşam kavgası... Yanlışla doğrunun, ahlakla ahlaksızlığın birbirine karıştığı acımasız hayat labirentindeki cehennemden çıkış yolu bulup fırlayan insanların kesişen kaderleri... Yaslı aşkların, iç hesaplaşmalarının, kabadayı âlemindeki mafyaya dönüşümün, alışılagelmişe başkaldırının hayat ve kimlik verdiği maceralar sağanağı...
"Dört bin yıl önce çok mu farklıydı sanki?" "Anadolu, barbarlara karşı, kadın erkek çarpıştı." "Bu kitapta, vahşi doğanın kokusunu duyacak," "Savaşın acımasız yüzünü göreceksiniz." "Kimi zaman, Sümer ülkesine yolculuğa çıkacak," "Anadolu bozkırlarında gezineceksiniz." "Uygarlık ışığının doğduğu eşsiz topraklarda, tutku dolu bir maceraya hazır mısınız?"
Deniz, kurşuni gökyüzünün altında, heybetli kükreyişleriyle, uçsuz bucaksız koskoca meydan bana kaldı, der gibiydi. Azgın dalgalar hüzünle ürperen kıyıları olanca gücüyle dövüyordu. Yaşlı kadın sahile inen yamacın üstünde durdu. Rüzgarla sertleşen kar serpintilerinden yüzünü sakınmak için defne ağaçlarını kendine siper yapmaya gayret ederek, karşısındaki çetin ve sonsuz suya baktı. Bu gözler, geniş göklere, açık ufuklara, deli rüzgarların çığlıklarına, denizlere, ormanlara, dağların ötesine, yalnız bir ağaca; bir ardıç, bir pınar, bir dereye hep aşinaydı. Bu deniz ne istiyordu? Her yer siyah, karanlık ve sinsiydi... Bugün deniz ve orman sınırında kartalın hava nakşını seyretme günü olmadığını o da biliyordu. Uçuk benziyle yırtılan denize daldı gözleri... Buraya her gelişinde olduğu gibi, yine oğlundan duyduğu Son sözleri aklından geçirdi: "Ana, ver çıkınımı, gün doğdu yolum gider; köz iner yüreğime..."
"Sabahları uyandınız mı bulunduğunuz yerden, denize bir kamış uzatmak suretiyle balık avında gönül avutuyorsunuz. Istakoz için atılmış sepetler muayene olunuyor, yahut bahçede güller budanıyor. Sonra sıcak bastı mı hemen içeri giriyorsunuz, aşağıda geniş mermer taşlığa bir masa kurulmuş, taze balıklar tavadan yeni çıkmış, rayihası ciğerlerinizi dolduruyor. İştiha ile yiyorsunuz. Kahve, sigara ve uyku... Şimdi arka odada, güneş görmeyen taraftasınız, Boğaz’dan kopan ve denizlerde serinlenen bir rüzgâr yan pencereden içeri giriyor ve cibinliğinizi hafif hafif şişiriyor, deliksiz uyuyorsunuz. Bunu müteakip kayıkhaneye iniyor ve denize giriyorsunuz. İşte bence yazın ideal olan ömür budur." -Refik Halid Karay- Guguklu Saat’te sosyal olaylara ve kişilere ait gözlemlerini zengin Türkçesi ve ironik anlatımıyla kaynaştırarak anlatan Refik Halid Karay’ın, rengârenk, samimi ve keyifli sohbetine dahil ettiği okur, yazarla birlikte sohbet boyunca değişik ortamlara giriyor, ilginç kişilerle tanışıyor.
"Namusumuz üzerine yemin ederiz! Dört genç kız ayağa kalkıp hep bir ağızdan böyle söylediler. Dördünün de gözleri karşıya dikilmiş, göğüsleri ileride, ayakları hizaya gelmiş, 23 Nisan bayramı için hazırlıklar yaptıkları sırada öğrendikleri vaziyeti almışlardı. Evinde din terbiyesi ile yetişmiş olan Yonca, bu kadarı kâfi görmemişti ki en ciddi sesiyle sordu: Vallahi mi? Billahi mi? Yine hepsi cevap verdiler: Vallahi! Billahi! Merasim bitmişti; artık ‘Dört Yapraklı Yonca’ isimli yardımlaşma cemiyeti kurulmuş oluyordu." Ruskin’in şu sözü Türkçenin en önemli ve en parlak renklerinden biri olan Refik Halid’in yapıtlarına ne de yakışır: "Kitapları iki gruba ayırmak mümkündür: Günün kitapları ve her zamanın kitapları."
Efsaneler, ölümsüzlük ve beş bin yıllık bir gizemin romanı. Massachusetts’te, Benjamin Finch adıyla doğdu; dokuz yaşında babasıyla birlikte çıktığı uzun bir yolculuğun sonunda, Kahire ve Tel Aviv üzerinden İstanbul’a geldiğinde, adı Eser Büyükdere oldu. Annesini hiç tanımadı, babasını on bir yaşında kaybetti ve onu oğlu gibi seven İstanbullu bir maceraperest tarafından büyütüldü. Durağan, tekdüze ve silik yaşamında tek sıradışı dönemin, sisli anılar arasında kaybolmuş çocukluğu olduğunu düşünürdü. Ama yaşamı boyunca onu izleyen ürpertici ve olağanüstü sırla, kırklı yaşlarını yarılamak üzereyken yüzleşmesi gerekeceğini bilmiyordu. Kaçması gerekiyordu peşindekilerden; kaçması ve gerçeği araması. Artık bir tek şey vardı yapması gereken: Kim olduğunu anlamasında kilit öneme sahip, efsanevi "Alef Kitabı"nı bulmak. "Seni Tılsımlar Korur", insanlık tarihinin en eski dönemlerine ait büyük bir gizemi; beş bin yıldır varlığını koruyan acımasız bir gizli örgütü; yalnızlığı ve yabancılaşmayı; insan hücre yapısı ve DNA üzerinde çok gizli bir çalışmayı yürüten bilim adamlarını; güç ve iktidar mücadelelerini; rüya ve vizyonların bilinmeyen dilini ve yazgısını adım adım izlemek zorunda kalan bir adamın serüvenini fantastik bir örgü içinde anlatan bir roman.
Füsun Önal’ın kitapları, ılık bir su gibi habersizce sarar okurunu... içine alır... ve öyküyü yaşamaya tutsak eder adeta. Sadece kaygan değil, büyülüdür de ifadesi... sürükler götürür. Dibine kadar yaşanan sevgiler, eskiyen aşk molekülleri, ağdalı yalnızlıklar, geçmiş zaman düşlerini çoğaltan hatıralar, düşbozumları, kırıklıklar, en güzel yenilişler... neş’e ve umut, ihanet ve tutkular, öteki kadınlar... erkekler... yorgun gün batımları... derin ve sessiz bir gecenin boşluğunda yankılanan çığlıklar... birbirine karışan vücutların ürpertisi... bembeyaz bir havluda can çekişen kan damlaları. Hepsi Sevişmenin Rengi değil midir, gerçekte? Ya da Sevişmenin Rengi bütün bu saydıklarımın kozmik birleşimi midir?
Güneş çoktan batmıştı; fakat çiftlik gene, sabah oluyormuş gibi, çoşkunluğunu kaybetmeyen bir aydınlık içinde, kuş cıvıltılariyle dolu, gölgesiz, üzüntüsüzdü.
Romancı, oyun yazarı İstanbul´da doğdu. Çanakkale Lisesinde okudu. yüksek öğrenimini tamamladıktan sonra Bursa ve İstanbul Liselerinde edebiyat, felsefe, pedagoji öğretmenliği ve müdürlük görevlerinde bulundu. Milli Eğitim Müfettişliği, Paris Kültür Ateşeliği yaptı. UNESCO´da Türkiye´yi temsil etti. Romanları, hikayeleri, tiyatro eserlerinin yanı sıra çeşitli çevirileri de vardır.
"... ‘Alafranga sofrada yemek kaç türlü yenebilir?’ sorusunu çözmek isteyenler Sponik’e buyursunlar. Frenk olmayıp da Frenklik hevesinde bulunan, alaturkadan usanan, fakat biraz züğürtçe olanların hepsi burada. Zira öğün 6 kuruşa. Dört türlü yemek, şarap var. İçeriye girip de fesi veya şapkayı çıkarıp yarım saat evvel bilhassa taradığınız saçlarınızı gösterdiniz mi derhal sizi Frenk sanıyorlar. Balık, et, hamur, birer birer geliyor. Artık o çatal bıçakların şakşakasını, o türlü Frenkler’in laklakasını, tabakların taktakasını sormayın. Eğer sürahideki sular bir hafta daha duracak olursa terkosa has olan ufak, sarı, minik kurbağaların da vakvakası işitilecek. O kadar temiz! Edebiyatımızın usta kalemlerinden Ahmet Rasim, keskin gözlemleri, ince mizah anlayışı ve samimi üslubuyla 19. yy. İstanbul’una can veriyor. Hanımlar, beyler, mösyöler, madamalar, sohbetler, sokaklar, mekânlar, gelenekler, kısacası eski İstanbul tüm canlılığı ve zenginliğiyle önümüze seriliyor"
Bir zamanlar çok sevdiği, tutunmak, sivrilmek, isim yapmak, sosyal yaşamında yer almak için didinip çırpındığı bu büyük kentten şimdi sadece nefret ediyordu. Küçük bavuluyla otobüsten indikten sonra bir süre durup biraz şaşkın, biraz tedirgin kımıldamadan öylece yerinde kaldı. Küçük bir çocukken gelip yaşamının en olgun çağında terk etmek zorunda kaldığı İstanbul’un havasını uzun uzun içine çekti. Her şeyini burada kazanmış ve yine her şeyini burada kaybetmişti. İstanbul’u özleyeceğini sanmıştı ama şimdi yanıldığını daha iyi hissediyordu. Geçmişin güçlü ve ürkütücü anıları sadece ruhunda nefretle beslenen titreşimlere neden oluyordu. Kendisine kalsa asla İstanbul’a dönüp bu mücadeleye girmek istemezdi ama kader bir şekilde ağlarını örüyor ve bu iki aileyi yeniden bir çatışmanın içine doğru çekiyordu... Polisiye türünün edebiyatımızdaki usta kalemi Osman Aysu tarihi romanı Mor Salkımlı Köşk 2 ile 50’li yılların Türkiye’sinde yaşanan 6-7 Eylül olayları, Kıbrıs sorunu ve tek partili rejimin son bulması gibi siyasal olayların yanı sıra ekonomik ve toplumsal olaylara da ayna tutuyor. Serinin bu ikinci kitabında engel tanımayan bir aşka ve birbirinden farklı ama bağları hiç kopmayan iki ailenin üç kuşağı arasında yaşanan inanılmaz tesadüflerle dolu bir hikâyeye tanık olacaksınız. Osman Aysu’nun kaleminden soluk soluğa okuyacağınız bir roman...
Doğu’da uzak bir köyün sırtlarındayız. Sarp kayalıkların ve uzak dağ yollarının ardında henüz kimselerin farkında olmadığı, fakat çok yakında dünyadaki tüm dengeleri değiştirecek, yaşanan çağı yeni bir boyutla alevlendirecek bir kavganın mücadelesi veriliyor; en son Süryani Kadim Cemaatleri’nin elinde bulunan ve 1860’larda aniden ortadan kaybolan, yepyeni bir İncil’in kavgası... Amerika’ya göç eden bir Süryaninin, Protestan rahiplere fısıldadığı yüz elli yıllık sır, romanın başkahramanı, yakışıklı MİT ajanı Oğuz’un elinde yeniden canlanıyor. Yeryüzünde, Kayıp İncil’in yerini bilen tek insan olan Oğuz’un yolu, bir jeolojik araştırma ekibinin güzel ve gizemli lideri Melis’le Morkayalıklar’da kesişiyor, ardından Rus, Yunan ve Amerikan istihbarat örgütlerine karşı nefes kesen bir serüvenin içine dalıyorlar. Osman Aysu bizleri, Kayıp İncil’in peşinden tarihin, ihanetin, aşkın, şiddetin ve politik oyunların iç içe geçtiği bir maceraya sürüklüyor.
Gencecik bir kız, parçalanmış bir aile... Anne ve babasının yeni yaşamlarıyla çatışan, bocalayan Sevi’nin umutları, aşk özlemi, kıskançlıkları, karmaşık iç dünyası... Etrafındakiler kendince haklı ama söze dökülmesinden korktukları o "Sır" nedeniyle tedirgin ve ürkekler. Aslında hiçbiri masum değil! Füsun Önal bir kez daha bilinen kalıpları zorluyor... -Pınar Çekirge- Eğitim Uzmanı
İlk başta paniğe kapılmıştı. Duyularından yoksun kalmasıyla felç olduğunu sanmış, kör ve sağır olup ölümüne dek dış dünyayla tüm bağlarını koparmış, sakat bir beynin içinde kıstırılıp kaldığını düşünmüştü. Ama sonra bir şeylerin değiştiğini fark eder gibi oldu. İlk başta sandığı kadar karanlıklar gibi karanlıklar içinde yüzüyor değildi; sanki müthiş ve korkutucu bir hızla onun içinde yol alıyordu. Bir tür, anlamadığı kozmik bir gücün içine çekiliyordu. O acayip hareketlilik, kendini ürkütücü karanlığın içine çeken yolculuk, üstünde ve içinde hareket eden başka bir varlığın ritmik temposu... Olanlara inanamıyordu...
Devletlerarası güç dengesi kimi zaman ekonomik üstünlüğe ve nüfuza, kimi zamanda başarıyla çalışan gizli örgütlere bağlıdır. Yanıbaşımızdaki bir komşu devletin iyi niyeti ya da kötü niyetini zamanında görebilmek, bu örgütlerdeki insanların emeğinin ürünüdür. Elinizdeki kitap, işte bu dünyanın -yani gizli Örgütler dünyasının- tüm zorluklarını ve risklerini mükemmel bir roman kurgusuyla biçimliyor... Heyecanı, kendinizden birinin üslubuyla ve tanıdık mekânlarda tatmak istiyorsanız hiç durmayın!..
Geçmişindeki acı sırrı herkesten saklayan bir öğretim üyesi, on yıllık evliliğine rağmen aralarındaki sevginin hiç eksilmediği tatlı karısı ve bu birlikteliğin mahsulü sekiz yaşındaki çocukları... Mutlu bir aile tablosu... Bir hafta sonunun akşamına kadar her şey normal. Ama o akşam, öğretim üyesi evinde çalışırken hayatının akışım değiştiren bir şey olur ve ruhunda bir değişim başlar. Artık onun benliğini teslim almaya çalışan başka bir güç vardır içinde. Gerilim romanlarının büyük ustası Osman Aysu’dan son satırına kadar sizi soluksuz bırakcak nefis bir roman...
Geçmişi olmayan bîr insan olmak... Bu takıntı yeni değil... İsteyerek ve bilerek edinilmiş değil bu hastalık. Biz Ermeniler, biz doğulular, biz Anadolulular daha çok Şimdi’nin Dar Odası’nda yaşar, farenin kediden, kedinin köpekten korktuğu kadar korkarız geçmişten. Belirli olan geleceğin belirsizliğidir ama, adı ‘geçmiş’olan o kara dulun utanmazca belirsiz kalması, biz sahipsiz ademoğüîlarının taşıyacağı bir yük olmamıştır asla... Şİmdi’nin Dar Odası’nda yaşayanlar, olması gerekenlerle gerçek arasındaki o derin uçuruma yuvarlanmış talihsizlerdir, tarihsizlerdir... Türkiye’nin çok partili döneme geçtiği çalkantılı günlerde, azınlıklar, nam-ı diğer Ötekiler huzursuz ve korku dolu günler yaşamaktadırlar. 6-7 Eylül Olaylarının patlak vermesiyle azınlıklara karşı yürürlüğe konmuş olan politikalar bir kez daha kristalleşir. Kıbrıs Meselesi ile gerilen ortam 1964’te binlerce Rum’un sınırdışı edilmesiyle zirveye ulaşır. Dimitra’ya delilerccsine âşık olan Dikran ve eşi Filomen’i yitirmemek üzere çılgınca girişimlerde bulunan Eşvak’ın hikâyeleri gibi, pek çok yaşam tabanından sarsılmaya başlamıştır. Büyük ve acımasız politikaların arasında kendilerine yer bulmaya çalışan Ötekiler için yalnızca iki seçenek vardır: Ya gitmek, ya da Şimdinin Dar Odası’n&d, kendilerini vuracak bir sonraki darbeyi tevekkülle beklemek. Ancak hem onları, hem de tüm Türkiyelileri bekleyen başka süprizler vardır...
Mehmet Rauf’un 1924 yılında yayımlanan "Karanfil ve Yasemin" adlı romanı, edebiyatımızda, döneminin ruh çözümlemesi yönüyle en başarılı romanı olarak kabul edilen "Eylül"den sonra ustalığını sürdürdüğü eseridir. Romanlarında, genellikle aşk, şiir ve müzik tutkularıyla yaşayan insanların dünyalarını sade bir üslupla anlatan Rauf, "Karanfil ve Yasemin" adlı romanında da, insanın en yüce duygusu olan aşkın, hayatta aşktan başka kaygı taşımayan insanlar tarafından nasıl tüketilerek yaşandığını "cürektar" bir dille anlatıyor.
Romanlar, polisiye öyküler, oyunlar... Köşe yazıları, portreler, taşlamalar, gezi yazıları, anılar... Hem eski kuşak fıkra yazarlarından süzülen bir lezzet ve incelik, hem "şeytan"ca bir bakış ve enerji dolu bir dille yazıya vurulan kişisel damga = Çetin Altan. Seçmeler mantığıyla hazırlanan bu kitapsa, imzasının ilk yayınlanışının 60. yılında bu 75’lik delikanlı için 75 parelik bir kutlama. Dünyada Bırakılmış Mektuplar, hem tiryakileri, hem de yeni okurları için bir Çetin Altan Kılavuzu.
Memleket Hikayeleri Türk edebiyatında Anadolu’nun en hakiki hikayeleridir. Anadolu Memleket Hikâyeleri’nde bütün gerçek varlığı ve iç dünyasıyla karşımıza getirilmiştir. - Nihad Sami Banarlı- Geniş ününü mizah ve siyasal yergi yazılarıyla sağlayan Refik Halid’in mizah yazıları gibi hikâyeleri de edebiyatımızın bu alanında bir aşama olmuştur. O zamana kadar İstanbul sınırları dışına çıkamayan Türk hikâyesini Anadolu’ya yöneltmekle hikâyeciliğimize yeni bir ufuk açmış, yeni bir soluk getirmiştir. - Cevdet Kudret, Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman Refik Halid’in anlattığı olaylar bütünüyle yaşadığı dönemin olaylarıdır. Memleket Hikâyeleri ile Gurbet Hikayeleri’nde canlandırılan kişilerin çoğu adeta canlıdır. Bütün bu yönleriyle Halide Edip onun "yalnız Türk edebiyatının değil, Rus ve Amerikan edebiyatlarından sonra, hikâyecilikte cihan ölçüsünde ön planda bir yer işgal edebilecek bir hikâyecimiz" olduğunu belirtir. - Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi-
Yerli Roman - Öykü kategorisinin en önemli örneklerini sizler için bir araya getirdik. Ödüllü kitaplarında yer aldığı bu listeden istediğiniz yazarın istediğiniz kitabına hızlıca erişebilirsiniz.Kapıda ödeme imkanı ve kredi kartına vade farksız 6 taksit imkanı ile hızlıca kitap siparişi verebilirsiniz. %50'ye varan indirimlerle ucuz kitap siparişi vermek için en doğru adres olmaya devam ediyoruz.
Internet Explorer tarayıcısının 9.0 ve daha eski sürümlerini desteklememekteyiz. Web sitemizi doğru görüntüleyebilmek için tarayıcınızı güncelleyebilirsiniz, güncelleyemiyorsanız başka bir tarayıcıyı ücretsiz yükleyebilirsiniz.